Sevgili Pelin'in Gözlem Evi Okurları,
Yaşam Öyküleri Serisi ilk yazısı ile karşınızda.
Köyün güney tarafındaki en yüksek tepeden baş aşağı kendini bırakan rüzgar biraz aşağıdaki kaş kayalıklarını sıyırarak geçti. Ardından elma bahçesinin mis gibi polen kokusunu genzine çekerek amber yüküyle, köyün kırmızı kiremitli çatılarına ulaştı.
Usulca bir ürperti aldı Fatma’yı. Hafifçe irkildi. Geriye yaslanacak gibi olduysa da vazgeçti. Buğulu yeşile çalan gözlerinin nemlendiğini hissetti. Ne zaman elma kokusu esintisi gelse burnuna çocukluğunun en derin pembeliklerinde kaybolurdu. Kıpkırmızı elmalar, ceviz ağaçlarının gölgesi, altın rengi kayısı ağaçları, akşam üstü ardı sıra geçişen koyun sürüleri ve analarının peşinden koşan ağzı süt kokulu kuzular, minik kulaklı oğlaklar, en arkada asık suratlı ve mahmurluğu ile yürüyen büyük kangal köpekler. Kaş kayalıklarından yuvarlanırcasına aşağıya koşuşmalar, bir masal gibi gözünün önünden geçerdi. Köyün berrak ve çivit mavisi gökyüzünü, güneşin sarısını, yemyeşil ağaçları, otları, gönül kırmızısı uğur böceklerini görmeyeli çok zaman olmuştu. Ama hepsinin renkleri şimdi yüreğindeydi. Öyle işlemişti ki kalbine, yaptığı el işlemeleri, oyalar sanki onlarca göz tarafından yapılmış gibiydiler.
Yorgundur Anadolu insanı. Hele bir de ekilecek alanın az olduğu yerlerde bu yaşam kavgası daha da zorlaşır. İşte böyle bir kavganın ortasında Fatma daha küçük yaştayken ateşli bir hastalık geçirmiş ve imkansızlıklar nedeniyle tüm renklere veda etmek zorunda kalmıştı.
Fatma sırtını duvara verdi. Tahmin ettiği gibi ayaklarını ileriye uzatınca ayakları balkonun ince demirlerine değmişti. Demirin ürperten soğukluğunu hissetti parmak uçlarında. Aşağıda bahçedeki asma çardağından gelen neşeli kuş seslerine bakılırsa serçeler üzümleri büyük bir iştahla gagalıyorlardı.
Sokaktan
girince etrafı ağaç dallarıyla çevrilmiş bir bahçeyle buluşuyordu evleri.
Girişin hemen solunda küçük sebzelerini ektikleri kısım vardı. Sağ taraftaki
asma çardağı gelen misafirleri gölgesiyle selamlıyordu. İki katlı taş örme evde
anne ve babası ile birlikte yaşıyorlardı. Duran Ağa derlerdi babasına. Ayşe Ana
evin anasıydı. Babasının ağalığı zenginliğinden değil adamlığındandı. Seksen bir
yaşındaydı. Çocukluğundan beri hiç durmadan çalışıyordu. Sürekli uzaklara bakan
çakır gözleri, kırmızıya çalan, sert rüzgarlarla yer yer damarları çıkan yüzü,
çektiği sıkıntıların derin çizgileriyle doluydu. Uzun boyuyla her zaman dimdik
yürür gerektiği kadar konuşurdu. İlerleyen yaşına rağmen bir kenarda oturmuyor
ancak eskisi gibi çalışamadığına da
üzülüyordu.
Fatma
babasının sesiyle irkildi,
- -Fatma Kızım ben geldim neredesin?
- -Buradayım baba, arka balkondayım. Dedi yüksek sesle. Kuş seslerine dalmıştı.
Yoksa babasını ayak seslerinden tanır geldiğini her zaman duyardı.
- -Nasılsın bakalım Fatmam?
- - İyiyim Baba.
Yerinden kalkmış arka balkonun ara
kapısından holün duvarlarına tutunarak yavaşça ön sahanlık girişine gelmişti.
Babası usulca ellerinden tuttu. Yanaklarından öptü, kokladı. Kırk yaşlarındaki
Fatma’nın Duran Ağa için küçük bir çocuktan farkı yoktu. Her gelişinde öper,
sarılırdı.
- -Anan nerde yavrum?
- - Komşuya kadar gitti baba birazdan gelir.
- -Tamam kızım sen rahatına bak, ben odaya
geçiyorum.
- - Peki babacığım.
Fatma geldiği gibi usulca duvarlara
tutunarak çeşmeye doğru yürümeye başladı. Namaz vakti yaklaştığı için belli ki
abdestini alacaktı. Duran Ağa bir süre baktı kızının ardından. İstemsizce
boynunu bir yana büktü. Kasketini çıkardı. Büyük odanın en köşesindeki mindere
usulca oturdu.
Köyün kayalıklarını yoklayarak gelen rüzgar şimdi geri dönmeye
hazırlanırken Fatma ellerini havaya açmış duasına çoktan başlamıştı bile.